Ahmet Rıza
İttihatçılık ve Jön Türklük
sarmalında bir türlü yerine oturtulamayan bir karakterdir Ahmet Rıza. İttihatçı
mıdır yoksa Jön Türk mü? Şahsi kanaâtime göre Jön Türklük damarına daha uygun
bir profil çizmektedir. Zirâ kendisinin şiddet olaylarını onaylamaması
İttihatçılığın en önemli enstrumanlarından birisi olan "Komitacılık" ile çelişmektedir.
(Pozitivist görüşünün İttihatçılar arasında karşılığı olduğu da söylenemez)
Yurtdışında 1889'dan 1908'e kadar
sürdürdüğü on dokuz yıllık serüven genel olarak yazar-çizerlik üzerinden
yürümüştür. Hareketi aksiyonerlikten ziyade öneriye dayanmaktadır. Lakin
Osmanlı toplumunun bazı gerçeklerinin farkında değilmiş gibi davranmaktadır.
Osmanlı toplumu herhangi bir modernleşme hamlesini kendi talep edecek düzeyde
değildi. Bu sebeple modernleşme tepeden olmalıydı. Sultan Hamit hükümranlığını
göz önüne aldığımızda ise, sistemi layihalar ve tavsiyelerle modernleştirmek
nafile idi.
Her ne kadar iktidar için korkutucu
bir simâ olmuş olamasa da, Sultan Hamit kendisini tehlikeli bir rakip olarak
görmüş ve onun çalışmalarına mâni olmak için, Fransa ile irtibat kurarak
Meşveret'in yasaklanmasını istemiştir. Ayrıca Ahmet Rıza'yı muhtaç hale
getirmek için de onun bir yerde çalışmasına mâni olmayı başarabilmiştir. Ahmet
Rıza'nın kıymeti de tam bu noktada çıkmaktadır. Eleştirilen onca yönüne rağmen
hiçbir dönem Sultan Hamit'in büyülü vaadlerine aldanmamış veya onun tehditlerine
boyun eğmemiştir. Denebilir ki, kendini sürgün ettiği zamanlar vakur çizgisini
daima korumuştur.
Ahmet Rıza'nın genel olarak
eleştirildiği husus ise, onun liderlik takıntısı idi. Muhaliflerine göre kendi
düşüncelerinden başkasını önemsemez ve başı olamayacağı bir harekette
bulunmazdı. Belki de bu tavırları onun cemiyetten uzaklaştırılmasına sebep
olmuştu. Lakin Mizancı Murat gibi şahısların Jön Türklük ve meşrutiyet davasına
ihanet etmesi ve makam-mevki uğruna bayraktarlığını yaptığı davayı bırakması,
Ahmet Rıza'nın değerini muhaliflerine tekrar kanıtlamıştır.
1908 Devrimi sonrası sürgün hayatını
noktalayıp İstanbul'a gelmesiyle birlikte şüphesiz ki büyük beklentiler
içerisindeydi. Lakin bu beklentilerin birçoğu boşa çıkmıştı. Zirâ Ahmet Rıza
Meşrutiyetin yeniden ilanını kendi mahsulü olarak görme gafletine düşmekteydi.
İşin aslına bakacak olursak, Meşrutiyetin yeniden ilanı Talat Bey'in başını
çektiği Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin bir mahsulü idi. Ahmet Rıza ve Talat Bey
gruplarının 27 Eylül 1907'de birleşmelerini Ahmet Rıza farklı değerlendirmiş
olmalıdır. Zirâ Talat Bey İttihat ve Terakki adını kabul etmişti lakin kendi
grubunun özerkliğini müdafaa etmeyi de sürdürmüştü. Yani hiçbir vakit Ahmet
Rıza'ya tâbi olmamıştı. Cemal Paşa'nın İbrahim Temo'ya "Bu İttihat ve Terakki sizin İttihat Terakki
değildir" kabilinden konuşması boş yere değildi.
Daha net açıklamak gerekirse artık
dönüşüm başlamıştı. Jön Türklük bayraktarlığı İttihatçılık denen bir akıma
bırakmıştı. Bu akım iktidara talipti ve muhalefeti sürekli tahakkümde
tutuyordu. Meşrutiyetin de bekçiliğini yapıyordu. Lakin muhaliflere de bir o
kadar sertti. İş, bir parti-devlet yolunda ilerlemekteydi. Ahmet Rıza'nın
aklından geçenler bunlar mıydı? Pek emin değilim.
Ahmet Rıza en büyük hatayı Milli
Mücadele yıllarında yapmıştır desek pek de yalan olmaz. Zirâ Sultan Hamit gibi
birisine muhalefet eden bir zât-ı muhteremin, Vahidettin gibi birisine boyun
eğmesi veya ona muhabbet beslemesi pek de akıl alır gibi değildir. Hele ki,
Vahidettin'in gazıyla Ahmet İzzet Paşa hükümetinin istifasına neden olması da
kabul edilemez.
Ahmet Rıza Bey'in Paris yıllarında
en yakın arkadaşı olan Dr. Nazım 1908'den sonra ondan giderek uzaklaşmıştı.
Ahmet Rıza'nın bu tutumlarını da gören Dr. Nazım, Ahmet Rıza için "Keşke Manyasizade Refik Bey gibi erkenden
ölseydi" demekteydi. Dr. Nazım'ın bunu demesindeki amaç, "Keşke onu 1908 öncesi vakûr haliyle
hatırlasaydık" demekten öte değildir.
2 comments
Emeğinize sağlık Hocam.
ReplyRica ederim. Var olun.
Reply