Monday, March 1, 2021

         

            İttihatçılık ve Jön Türklük sarmalında bir türlü yerine oturtulamayan bir karakterdir Ahmet Rıza. İttihatçı mıdır yoksa Jön Türk mü? Şahsi kanaâtime göre Jön Türklük damarına daha uygun bir profil çizmektedir. Zirâ kendisinin şiddet olaylarını onaylamaması İttihatçılığın en önemli enstrumanlarından birisi olan "Komitacılık" ile çelişmektedir. (Pozitivist görüşünün İttihatçılar arasında karşılığı olduğu da söylenemez)



            Yurtdışında 1889'dan 1908'e kadar sürdürdüğü on dokuz yıllık serüven genel olarak yazar-çizerlik üzerinden yürümüştür. Hareketi aksiyonerlikten ziyade öneriye dayanmaktadır. Lakin Osmanlı toplumunun bazı gerçeklerinin farkında değilmiş gibi davranmaktadır. Osmanlı toplumu herhangi bir modernleşme hamlesini kendi talep edecek düzeyde değildi. Bu sebeple modernleşme tepeden olmalıydı. Sultan Hamit hükümranlığını göz önüne aldığımızda ise, sistemi layihalar ve tavsiyelerle modernleştirmek nafile idi.

            Her ne kadar iktidar için korkutucu bir simâ olmuş olamasa da, Sultan Hamit kendisini tehlikeli bir rakip olarak görmüş ve onun çalışmalarına mâni olmak için, Fransa ile irtibat kurarak Meşveret'in yasaklanmasını istemiştir. Ayrıca Ahmet Rıza'yı muhtaç hale getirmek için de onun bir yerde çalışmasına mâni olmayı başarabilmiştir. Ahmet Rıza'nın kıymeti de tam bu noktada çıkmaktadır. Eleştirilen onca yönüne rağmen hiçbir dönem Sultan Hamit'in büyülü vaadlerine aldanmamış veya onun tehditlerine boyun eğmemiştir. Denebilir ki, kendini sürgün ettiği zamanlar vakur çizgisini daima korumuştur.



            Ahmet Rıza'nın genel olarak eleştirildiği husus ise, onun liderlik takıntısı idi. Muhaliflerine göre kendi düşüncelerinden başkasını önemsemez ve başı olamayacağı bir harekette bulunmazdı. Belki de bu tavırları onun cemiyetten uzaklaştırılmasına sebep olmuştu. Lakin Mizancı Murat gibi şahısların Jön Türklük ve meşrutiyet davasına ihanet etmesi ve makam-mevki uğruna bayraktarlığını yaptığı davayı bırakması, Ahmet Rıza'nın değerini muhaliflerine tekrar kanıtlamıştır.

            1908 Devrimi sonrası sürgün hayatını noktalayıp İstanbul'a gelmesiyle birlikte şüphesiz ki büyük beklentiler içerisindeydi. Lakin bu beklentilerin birçoğu boşa çıkmıştı. Zirâ Ahmet Rıza Meşrutiyetin yeniden ilanını kendi mahsulü olarak görme gafletine düşmekteydi. İşin aslına bakacak olursak, Meşrutiyetin yeniden ilanı Talat Bey'in başını çektiği Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin bir mahsulü idi. Ahmet Rıza ve Talat Bey gruplarının 27 Eylül 1907'de birleşmelerini Ahmet Rıza farklı değerlendirmiş olmalıdır. Zirâ Talat Bey İttihat ve Terakki adını kabul etmişti lakin kendi grubunun özerkliğini müdafaa etmeyi de sürdürmüştü. Yani hiçbir vakit Ahmet Rıza'ya tâbi olmamıştı. Cemal Paşa'nın İbrahim Temo'ya "Bu İttihat ve Terakki sizin İttihat Terakki değildir" kabilinden konuşması boş yere değildi.

            Daha net açıklamak gerekirse artık dönüşüm başlamıştı. Jön Türklük bayraktarlığı İttihatçılık denen bir akıma bırakmıştı. Bu akım iktidara talipti ve muhalefeti sürekli tahakkümde tutuyordu. Meşrutiyetin de bekçiliğini yapıyordu. Lakin muhaliflere de bir o kadar sertti. İş, bir parti-devlet yolunda ilerlemekteydi. Ahmet Rıza'nın aklından geçenler bunlar mıydı? Pek emin değilim.

            Ahmet Rıza en büyük hatayı Milli Mücadele yıllarında yapmıştır desek pek de yalan olmaz. Zirâ Sultan Hamit gibi birisine muhalefet eden bir zât-ı muhteremin, Vahidettin gibi birisine boyun eğmesi veya ona muhabbet beslemesi pek de akıl alır gibi değildir. Hele ki, Vahidettin'in gazıyla Ahmet İzzet Paşa hükümetinin istifasına neden olması da kabul edilemez.

            Ahmet Rıza Bey'in Paris yıllarında en yakın arkadaşı olan Dr. Nazım 1908'den sonra ondan giderek uzaklaşmıştı. Ahmet Rıza'nın bu tutumlarını da gören Dr. Nazım, Ahmet Rıza için "Keşke Manyasizade Refik Bey gibi erkenden ölseydi" demekteydi. Dr. Nazım'ın bunu demesindeki amaç, "Keşke onu 1908 öncesi vakûr haliyle hatırlasaydık" demekten öte değildir.

2 comments